Bir evin geçmişinin izinde Antep’in kayıp Ermenileri – KİLİKYA – BATI ERMENİSTAN

Church of the Virgin Mary in Antep at the beginning of the last century (Michel Pabudjian collection, Houshamadyan)

Bir evin geçmişinin izinde Antep’in kayıp Ermenileri – KİLİKYA – BATI ERMENİSTAN.

Ümit Kurt 24.04.2022

Devlet, mülk devirlerini tamamlamak için 1920’lerden itibaren, Gaziantep Belediyesi ve Gaziantep Defterdarlığı aracılığıyla mezatlar düzenlemeye başladı. Ancak mezatlar büyük ölçüde göstermelik oluyor, birilerinin ganimetleri zimmetine geçirmesini kolaylaştırıyor, bu süreci resmî kisveye büründürüyordu. Hatta 1930’dan 1935’e kadar, bu sözde alım satım işlemleri Gaziantep Gazetesi’nde duyuruluyordu.

Ben Fırat Nehri’nin 56 kilometre batısında, bugünkü Türkiye-Suriye sınırının 45 kilometre kuzeyinde bulunan ve geçmişte ‘Ayıntab’ adıyla bilinen Gaziantep’te, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak dünyaya geldim. Çokdilli bir evde büyüyen ancak yalnızca Türkçe öğretilen bir çocuk olarak, ‘ezen ulus’ modelinin canlı örneğiydim; bu durum eğitim hayatım boyunca böyle sürdü.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Ankara’dan memlekete, anne ve babamın yanına döndüm. Bunaltıcı sıcakların bastırdığı, evde pinekleyerek geçirdiğim o günlerden birinde, telefonun sesiyle uykumdan uyandım. Arayan, eski bir arkadaşımdı. “Nerelerdesin Ümit? Kaç zaman oldu görüşmedik. Kayacık’ta çok güzel bir yer var bildiğim, gel, orada buluşup arayı kapatalım.”

Antep’te doğup büyümüş, hatta liseyi bitirene kadar Antep’ten çıkmamış olmama rağmen ‘Kayacık’ kelimesi bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Şehrin hiç gitmediğim, hakkında hiçbir şey bilmediğim semtlerinden birinin adıydı yalnızca.
Arkadaşım “Papirüs Cafe’de buluşalım” deyip bana yol tarifi verdi. Kayacık’a giden bir belediye otobüsüne bindim. Otobüsten indiğimde içine düştüğüm atmosfer beni öylesine büyüledi ki, zavallı arkadaşımı bekletme pahasına, yan sokaklarda dolaşmaya başladım. Afallamıştım; “Neredeyim ben? Neresi burası?” diye soruyordum kendime.

İki yanında sıra sıra taş evlerin bulunduğu, insanı her şeyin daha yalın olduğu zamanlara götüren, dar bir sokaktaydım. ‘Modernleşmiş’ Antep’i istila eden yüksek, beton yığını apartmanların arasında sıkışmış bu mahalle, geleneksel mimarisiyle bir serap gibiydi. Bana ait olmayan bir geçmişin nostaljisine kapılmıştım.

Nihayet Papirüs Cafe’yi buldum. O geleneksel binalardan birindeydi. Sokaktaki evlerin çoğu gibi o da, şehrin ‘restorasyon’u sürecinde kafeye dönüştürülmüştü. İçeri girerken, görkemli kapısının üst kısmına oyulmuş birkaç harf takıldı gözüme. Bilmediğim bir yazıydı; Osmanlıca olduğunu düşündüm.

İçeride bir kez daha nutkum tutuldu. Geniş bir avlu, iki yanında merdivenlerle çıkılan iki büyük oda… Antika mobilyalar, Floransa’daki katedrallerin tavanları gibi freskler ve kalem işleriyle süslenmiş yüksek tavanlar… Bir nevi tarih röntgenciliğiydi yaptığım, yaşayan bir müzeye adım atmıştım âdeta.

Memleketime ve atalarıma dair bir gurur hissiyle, binanın geçmişi hakkında bir şeyler öğrenmek için sahibiyle konuşmaya karar verdim. Niyetim, söze mekânı överek başlamaktı ama “Merak ettim de, burayı kimden aldınız acaba? Sizden önce kim varmış burada?” deyiverdim.

“Ermeniler varmış buralarda”

İhtiyatlı bir şekilde, binanın dedesinden miras olarak kaldığını söyledi. O gün orada içtiğim kahve epey sertti herhâlde; sorularımla biraz daha sıkıştırdım adamı: “Peki dedeniz kimden satın almış burayı?” Biraz tereddüt ettikten sonra, kafasını kaldırmadan, mırıldanarak “Ermeniler varmış buralarda” dedi. O şaşkınlıkla art arda sorular dökülüverdi ağzımdan: “Ne Ermeni’si? Ne diyorsunuz? Ermeniler mi varmış Gaziantep’te?” Kafasını sallayarak onayladı ama muğlak cevapları sinirime dokunmaya başlamıştı. “E, ne olmuş peki o insanlara? Nereye gitmişler?” diye sordum bu kez. Umursamaz bir tavırla cevap verdi: “Gitmişler.”

Otobüsle eve dönerken, yol boyunca, Ermenilerin –ya da herhangi birinin– bu kadar güzel bir mülkü nasıl terk edip başkalarına bırakabildiği sorusu dönüp durdu zihnimde. Biraz naiftim – kendi memleketinde Ermenilerin varlığından bihaber, 22 yaşında, üniversite mezunu bir cahil…

Birkaç yıl sonra, evin, Antep’in en varlıklı ve önde gelen ailesinin mensuplarından İran Fahri Konsolosu Nazar Nazaretyan’a ait olduğunu, geçmişte kendisinin, ardından oğullarının ve torunlarının bu evde yaşadığını öğrendim. O harfler Osmanlıca değil Ermeniceydi; evi inşa ettiren Kara Nazar Ağa’nın soyadı yazılmıştı kapının üst kısmına. Yıllar sonra, ailenin en genç üyesi Şuşan’la da tanışma şansına da erişecektim. Büyükannesi 1915’te, Ermeni Soykırımı sırasında, henüz 1 yaşındayken tehcir edilmiş olan Şuşan Hanım nezaket gösterip, benimle Antep aksanıyla Türkçe konuşacaktı.

O bina benim için artık Papirüs Cafe değil, Kara Nazar Ağa’nın, Nazaretyanların evi, büyükanne Şuşan’ın doğduğu ev.
“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” diye bir söz vardır. Antepli Ermeniler evlerinden, mahallelerinden ve doğup büyüdükleri şehirden sökülüp atıldı. Sahip oldukları maddi ve mekânsal varlıklar el değiştirdi ve dönüştürüldü. Bütün bu kamulaştırma, Ermenilerin mülksüzleştirilmesi süreciyle, benim çocukluğumun geçtiği homojen Türk şehri oluştu. Bugünün varlıklı ailelerinin servetleri, Ermeniler soyularak ve birçok durumda komşular katledilerek edinildi. Hem taşa kazınan, hem de kanla yazılan bu fahiş pazarlık, Türk toplumunun hiç de sağlam olmayan temellerini oluşturdu.

“Herkes ikişer tane alacak”

Antep Harbi olarak da bilinen 1921-1922 Türk-Fransız Savaşı’nın ardından, bir çığırtkan şehri dolaşıp, savaşa katılmış kişilerin Tuz Hanı’na çağrıldığını duyurur. Eşraftan Ali Beşe de dâhil olmak üzere birçok Antepli davete icabet eder. Bir adam, gelenlere ikişer ikişer içeri alınacaklarını, buna uygun şekilde sıraya girmelerini söyler. Beşe, sırası geldiğinde içeri girer ve bir kilimin üzerine konmuş birtakım anahtarlar görür. Görevli, emreder bir tonla “Herkes ikişer tane alacak” der. Kilimin üzerinde madalyonlar da vardır. Beşe şöyle bir bakar, “Bunun için mi kurtardık biz Antep’i? İki anahtar, bir de teneke parçası için mi? Eyvallah” deyip çıkar. Anlaşılan o ki, çabalarının karşılığında daha fazlasını hak ettiği fikrindedir. Kilimin üzerindekiler, metruk Ermeni evlerinin anahtarlarıdır.

Beşe, Ermenilerin tehciri ve mülklerinin tasfiye edilmesinde çok önemli bir rol oynadı. O dönemde Osmanlı hükümetinin başında olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle ve İstanbul’un siyasi seçkinleriyle yakın temas hâlindeydi. Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün de güvenini kazanmıştı. Savaş sonrasında ve cumhuriyet döneminde nüfuzunu korudu. Henüz emekleme aşamasındaki ulus devletin Gaziantep’te bir girişimci sınıf oluşturma çabalarının öncülüğünü yaptı.

1922’den 1928’e kadar, Ermenilere ait evlerin bazıları hayır işleri için kullanıldı; devlet ve Antep Belediyesi tarafından, Türk-Fransız Savaşı sırasında meskenlerini kaybeden Müslüman ailelere, bedelsiz olarak dağıtıldı. Bir Anteplinin anlatımlarına göre, bu yoksul ailelere küçük ya da bakımsız evler verilmişti. 15 yaşındayken Antep’ten ayrılmak zorunda bırakılıp ailesiyle birlikte Halep’e yerleşen Harutyun Nazaryan’ın babasına ait olan ev de, 1922 yılında bu şekilde el değiştirdi. Nazaryan, anılarında olayı şöyle anlatıyor:

“Biz evden ayrılmadan önce, sabahın erken saatlerinde, bir devlet memuru, yanında iki kadınla birlikte avlumuza girdi. Adam dedi ki, ‘Siz Ayıntab’ı terk etmekte olduğunuzdan, bu hanımların evleri de muharebeler ve bombardıman esnasında yıkılmış olduğundan, ayrıca devlet ve yerel idare Ayıntab’dan ayrılmanıza müsaade etmiş olduğundan, sizin evinize de, diğer boş evlere de başkaları yerleşecek.’ Kadınlara, harap olan evlerinin kaç odalı olduğunu da sordu. Bu şekilde, evimiz işgal edilen evler listesine kaydedildi.”

Geri kalan mülkler de yeniden iskân edilen yeni göçmenler arasında dağıtıldı. Savaşı takip eden birkaç yıl boyunca, Ermenilerin metruk evlerine ve arazilerine göçmenler ve muhacirlerin yerleştirilmesine devam edildi. 17 Ağustos 1924’te Mübâdele, İmar ve İskân Vekâleti İskân Şubesi tarafından Gaziantep Valiliği’ne çekilen telgrafta, vilayette daha önce 19.500 Ermeni’nin mukim olduğu, bu nüfusun oradan ayrılmasının ardından onlara ait evler ve arazilerde çok sayıda muhacirin barınabileceği bildiriliyor, muhacir ailelerin ihtiyaçlarına uygun şekilde söz konusu mülklere yerleştirilmesi emrediliyordu. Ermenilere ait araziler ve meskenlerin Müslüman göçmenlere dağıtımı ta 1928’e kadar sürdü. Örneğin, Kars’tan göç eden Hasan Efendi’nin Gaziantep’e yerleşmek için yaptığı başvuru, 3 Kasım 1925’te Dâhiliye Vekâleti tarafından kabul edilmiş ve 7 Kasım’da, Valiliğe, eldeki metruk mülklerden birinin Hasan Efendi ve ailesine mesken olarak verilmesi yönünde talimat yollanmış.

Mezatlar düzenlenir

Türk-Fransız Savaşı’nın hemen ardından, yerel eşraf, Ermenilere ait büyük evleri fütursuzca yağmaladı. Garuc Karamanukyan’ın konağına, 1924 yılında Ali Api’nin eline geçti. Birkaç kez el değiştiren konak 1985’te Antepli iş insanı Hasan Süzer tarafından satın alınıp restore ettirildi; daha sonra, Hasan Süzer Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılması koşuluyla Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağışlandı.

Devlet organlarıyla bağlantılı kişiler de, konumlarını kullanarak durumdan faydalanabiliyorlardı. Antep Merkez Komitesi mensupları ve Kuvâ-yi Milliye’nin finansörlerinden Ahmed Hurşid Bey ve Nuri Patpatzâde, bazı Ermeni mülklerine el koydu. Ahmet Hurşid Bey, 1922 yılında sahiplendiği, Pirenyan’ın büyük evi için sonradan, bir mezatta sembolik bir para ödedi. Patpatzâde ise 1923’te Hagop Bezciyan ve Harutyun Ağyan’ın evlerini aldı.

Devlet, mülk devirlerini tamamlamak için 1920’lerden itibaren, Gaziantep Belediyesi ve Gaziantep Defterdarlığı aracılığıyla mezatlar düzenlemeye başladı. Ancak mezatlar büyük ölçüde göstermelik oluyor, birilerinin ganimetleri zimmetine geçirmesini kolaylaştırıyor, bu süreci resmî kisveye büründürüyordu. Hatta 1930’dan 1935’e kadar, bu sözde alım satım işlemleri Gaziantep Gazetesi’nde duyuruluyordu. İlanlarda mülk adedi, satış tarihi, saati, mülkün yaklaşık konumu, türü, lira cinsinden değeri ve en önemlisi, önceki sahibi belirtiliyor, ancak alıcılara dair herhangi bir bilgi verilmiyordu. Bu mezatlarda, örneğin, 1934 yılında, Hanna Kürkçüyan’ın 250 lira değer biçilen arsası 30 liraya; Avedis Nacaryan’ın 60 lira değer biçilen arsası 10 liraya; 1935 yılında Zenop Bezciyan’ın 216 lira değer biçilen dükkânı 150 liraya; Abraham Babikyan’ın gerçek değeri çok daha yüksek olan üzüm bağı 15 liraya satılmıştı.

Bölge eşrafından bazı kişiler, metruk mülklerin fiyatını düşürebilmek için işbirliği yaparak, günümüzün seçkin ailelerinin birçoğunun bunları komik fiyatlara satın alıp servetlerini büyütmesine olanak sağladı. Mezatla satılan mülklerin alıcılarından biri olan Daizâde Mahmut’un hikâyesi dikkat çekicidir. Antep’in önde gelen varlıklı ailelerinden birine mensup olan Daizâde Mahmut, 1921–1924 yılları arasında Gaziantep Ticaret Odası’nın başkanlığını yaptı. 1923’te Gaziantep Belediyesi’nin satışa sunduğu, Garabed Nazaretyan’a ait evi o satın aldı. Nazaretyan o tarihte artık hayatta değildi, ancak İran vatandaşı olan kızları, bu satışa İran Elçiliği aracılığıyla resmî olarak itiraz etti. Bunun üzerine elçilik, 5 Şubat 1923’tei Hariciye Komiserliği İstanbul Şubesi’ne satışın durdurulması için sözlü bir talep iletti. Satış prosedürünün yasalara aykırı olduğunun ve mülkün gerçek sahiplerine iade edilmesi gerektiğinin de belirtildiği bu talep daha sonra Hariciye Vekâleti’ne iletildi ancak sonuç alınamadı. İtiraza rağmen satış işlemi tamamlandı.

Eskiden Nazaretyan ailesi için çalışan Daizâde Mahmut, varlıklı bir tüccar oldu ve konak 1965’te jandarma karakolu olarak kullanılmak üzere askeriyeye bağışlanana kadar orada yaşadı. Daizâde ailesi, 1967 yılında askeriyenin boşalttığı evi şimdiki sahibi, toptancı ve emlakçı Abdülkadir Kimyazâde’ye (bugün ‘Kimya’ soyadıyla biliniyor) sattı. Bina 1980’lere kadar mesken, depo ve kurutma odası olarak kullanıldı; 1990’larda ise, Kimya ailesi tarafından, yıkık dökük hâliyle kiraya verildi. 2000’lerin ilk on yılının ortalarında kadar yurt olarak kullanıldıktan sonra restore edilen ve Kimya ailesine mensup sekiz sahibi olan bina, günümüzde Papirüs Cafe’ye ev sahipliği yapıyor.

Daizâde Mahmut, Nazaretyan’ın Antep’teki başka mülklerini de satın aldı. Örneğin, sonradan Büyük Pasaj olarak adlandırılan ve hâlen şehrin merkezinde bulunan Kara Nazar Hanı, devlet mülkü olarak Gaziantep Defterdarlığı’na aktarıldı ve nominal fiyatıyla Mahmut Daizâde’ye satıldı. Birkaç yıl sonra, 1934’te düzenlenen bir mezatta, Mahmut Daizâde’nin oğlu İhsan Dai, şehrin Ermeni nüfusunun önde gelen isimlerinden Sarkis Kracyan’ın evini satın aldı.
Dr. Avedis Cebeciyan’a ait bir evin mülkiyetini, Antep’in en varlıklı sanayici ailesi olan Konukoğulları aldı. Ailenin 2011 yılında Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’ne bağışladığı ev, iki yıl sonra Gaziantep Atatürk Anı Müzesi olarak halka açıldı. Nazaretyanların evlerinden biri, 1989 yılında Konukoğlu Vakfı olarak kullanılmaya başladı. Bugün ‘Anadolu Evleri’ adıyla hizmet veren butik otel, 1915’e kadar Hagop Aslanyan’ın ailesine aitti.

Atanagan Okulu ne oldu?

Bir başka örnek de, Ermenilerin şehri terk etmek zorunda bırakılmalarının ardından Millî Emlak’a devredilen Atenagan Okulu ve Surp Bedros (İkinci Katolik) Kilisesi’nin binalarıdır. Bu binalar 1933 yılında Atatürk’ün özel emriyle Veliç İplik ve Dokuma Fabrikası’na dönüştürülüp, şehirde bir girişimci ve kapitalist sınıf yaratma çabaları doğrultusunda, genç bir Antepli olan Cemil Alevli’ye verilecekti.

‘Sosyal sermayesi’ aldığı Batılı eğitim, ‘risk sermayedarı’ ise Atatürk olan Alevli, Antep’in Cumhuriyet dönemindeki en büyük tekstilcisi hâline geldi. Tekstil işini Ermenilerden öğrendiğini gizlemeyip, şu sözlerle ifade etti: “Çocukluğumdan beri, okula gidip gelirken, mahallemizdeki Ermenilerin dokuma tezgâhlarında saatlerce çalıştıklarını görürdüm. Ermeni dokumacıların kırmızı, sarı, yeşil, mavi ve beyazın farklı tonlarındaki iplikleri bir araya getirerek muhteşem kumaşlar yaratmalarını hayranlıkla izlerdim.”

Gaziantep’te tekstil sektörünün kurucusu olarak bilinen Alevli, sonraları CHP’ye girdi ve 1941’den 1946’ya kadar partinin Gaziantep İl Başkanı olarak görev yaptı. Ayrıca, 1946–1950 yılları arasında CHP milletvekili olarak Meclis’te görev yaptı. Fabrikası, 2008 yılında restore edildikten sonra resmî olarak Ömer Ersoy Kültür Merkezi adını aldı. Ömer ve Mahmut Ersoy kardeşler de Ermenilerden kalan binaları ele geçirmiş, önceden Ermenilerin yaşadığı Tepebaşı mahallesinde ‘Yüzbaşızâdeler Mahmut and Ömer Mensucat’ adıyla bir yün fabrikası kurup 1927 yılında üretime başlamıştı.

Doğma büyüme Antepli ve şehrin tarihini araştırmış biri olarak, Ermenilerin, eskiden komşuları olan Müslümanlar tarafından fiziksel ve maddi olarak yok edilişinin sonuçlarına vâkıfım. Anlattıklarım, yerel tarihin ötesinde, genel olarak Ermeni Soykırımı’nın tarihine dair de fikir verebilir.

Hayatta kalan Ermenilerin, yaşamlarına, kültürlerine, varlıklarına ve sosyal statülerine yönelik saldırılar nedeniyle yaşadığı travma ve acılar, arşivlerdeki mektuplarda, telgraflarda ve mülk listelerinde görülemiyor. Eski komşularının bencil, ahlakdışı ‘temel güdüler’iyle açtığı onulmaz yaralar, yüz yılı aşkın bir süredir hâlâ kanıyor.

(Tarihçi Ümit Kurt’un bu yazısı ilk olarak 23 Aralık 2021’de, ‘New Lines Magazine’ adlı çevrimiçi dergide yayımlanmıştır.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)

Geçtiğimiz yüzyıl başlarında Antep, Meryem Ana Kilisesi (Michel Pabuçcuyan koleksiyonu, Houshamadyan)

agos.com.tr/tr/yazi/27008/bir-evin-gecmisinin-izinde-antepin-kayip-ermenileri

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail